Makale
Melek’in Son Yılları: Şükriye Dikmen’e Mektuplar
14 Haziran 2024
Melek Celâl’in hayatının son yıllarına ışık tutan en önemli kaynaklardan biri, değerli dostu Şükriye Dikmen’e yazdığı mektuplardır. Bugün İBB Atatürk Kitaplığı Koleksiyonu’na kayıtlı olan 76 adet mektupta, Melek’in kendinden yirmi iki yaş küçük bu ressam kadına açtıklarını okuyor; Münih’in havasına hiç alışamadığını, resim yapmaya çeşitli atölyelerde devam ettiğini, eserlerinin yer aldığı sergileri, konuşmacı olarak davet edildiği konferansları, gezdiği sergileri, sanatçılara ve yeni akımlara dair fikirlerini öğreniyoruz.
“Şükriye Hanımcığım… Gözlerinizden öperim.”
Arno Eduard Lampé ile yaptığı ikinci evlilik sebebiyle Münih’e yerleşen Melek Celâl, hayatını kaybettiği 1976’ya dek bu şehirde yaşar. İlk eşi Celâl Bey’in ölümünün ardından, genellikle sağlık sorunları sebebiyle gittiği bu şehirde, yaklaşık otuz yıl önce tanıştığı doktoru Lampé ile 30 Kasım 1956’da evlenir. Hayatını kaybedene dek buradaki yıllarına ait bilgilere, sanatçı dostu Şükriye Dikmen’e yazdığı içten mektuplar sayesinde ulaşıyoruz.
1952 ile 1965 yılları arasında Melek tarafından Şükriye Dikmen’e yazılmış 76 adet mektup bugün İBB Atatürk Kitaplığı Koleksiyonu’na kayıtlıdır. Bu mektuplarla, Melek’in gözünden, Şükriye Dikmen’in hayatına dair de fikir edinmek mümkündür. Aralarında yirmi iki yaş olan bu iki sanatçının nerede ve ne zaman tanıştığı kesin olarak bilinmese de; mektuplarda yazılanlar ve Şükriye Dikmen’in o yıllarda Paris’te öğrenci olması, bu dostluğun Paris’te bir resim atölyesinde başlamış olabileceğini düşündürür.
1953’te École du Louvre’un sanat tarihi bölümünden mezun olan Şükriye Dikmen’in üç yıl Fernand Léger’nin atölyesine devam ettiği, iki yıl ise Académie Ranson’da Gustave Singier ve Roger Chastel ile çalıştığı bilinmektedir. Melek’in Münih’te 1964’te açılan kişisel sergisinin broşüründe Paris’te çeşitli atölyelere devam ettiği ve Académie Julian’da çalıştığı belirtilse de bu okulun kayıtlarında ismine rastlanmamaktadır. Bu nedenle, sıklıkla gittiği Paris’te, bu atölyelerde konuk öğrenci olması ihtimaller dahilindedir. İki sanatçının Paris’te tanışmış olduklarına işaret eden 26 Mart 1954 tarihli mektubunda Melek şöyle yazar:
Profesör zavallısı artık beni memnun etmek için ne yapacağını bilmiyor, ben de onu bulduğuma seviniyorum. Lâkin bütün bunlara rağmen Paris’i arıyorum. Oranın hayatı dünyanın bir tarafından bulunmaz. Hele bu sefer bütün üzüntülerime rağmen o kadar kendi ‘havası’ içinde yaşıyordum ki ruhum ve gözlerim müteessir oluyordu. Bunda sizin de dahliniz vardı. Beraber geziyorduk, çalışıyorduk, derdleşiyorduk… Gurbetteki arkadaşlıklar, dostluklar insanları birbirlerine çok daha fazla bağlıyor. Ve size olan dostluk minnetimi hiç unutmayacağım, mamafih manevi borçları ödemek ne güç olduğunu bilmez değilim. Bana o güç günlerde nasıl yardım ettiniz candan âlâkadar oldunuz. Şükriye Hanımcığım siz ne iyi insansınız, inşallah mûkafâtını görür ve hayatınızda çok bahtiyar olursunuz.
18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında, Osmanlı’nın Balkanlar topraklarında geniş bir bölgeyi idaresi altında tutan Tepedelenli Ali Paşa’nın soyundan gelen ve miralay bir babaya sahip olan Melek Celâl gibi, Şükriye Dikmen de, içinde bürokrat bulunan bir ailede yetişir. Meclis-i Mebûsan ve TBMM milletvekili Ali Dikmen’in yeğeni olan Şükriye Dikmen, bir başka önemli kadın sanatçımız olan Tiraje Dikmen’in ablası olmasıyla da Melek Celâl ile benzeşir. Zira, Melek’in geniş ailesinde de Ebüzziya Tevfik, Namık Kemal ve Abdülhak Şinasi Hisar gibi değerli sanatçılar bulunmaktadır. Kültürlü ve varlıklı bir aileye mensup olmanın sosyoekonomik ayrıcalıklarıyla, piyano ve Fransızca dersleri aldığı, Avrupai bir konak eğitimine tabi olan Melek, dönemin sanatına yön veren isimlerle erken yaşta tanışır, ki bu şahsiyetler arasında, onu resme yönlendiren Şair Nigâr gibi ilham verici figürler de yer alır.
Türkiye’nin ilk mikrobiyologlarından Cafer Fahri Bey’in kızı olan Şükriye Dikmen de, kuşkusuz ki eğitime önem veren bir ailede yetişir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitim gören Şükriye Dikmen, kendisinden yirmi iki yaş büyük olan Melek Celâl’in çocukluğuna oranla, eğitim kurumlarının hem nitelik hem de nicelik bakımından iyileştiği ve kız talebeler için daha fazla imkân sunan bir ortamda yetişerek, 1942’de Arnavutköy Amerikan Koleji’nden mezun olur. İki sanatçı kadının ortak noktalarından biri de, sanatsal üretimle birlikte, sanat tarihi birikimi oluşturmaya da önem vermeleridir. Şükriye Dikmen, Paris yıllarında tanınmış ressamların atölyelerinde eğitim almanın yanı sıra, Ecole du Louvre’un sanat tarihi bölümünde öğrenim görür. Formel bir sanat tarihi eğitimine sahip olmayan Melek ise, sanatın geçmiş dönemleri hakkındaki bilgi birikimini eriştiği kaynaklara ve kurduğu ilişkilere borçludur. Konferanslar, konuşmalar, gazete yazıları ve kitaplarla ortaya koyduğu bu değerli birikim, ona sanatçı kimliğininin de ötesinde bir tanınırlık kazandırır.
Avrupai tarzda bir eğitim görmekle kalmayıp, katıldıkları sergilerle dönemin Avrupa sanat sahnesinde de yer bulan iki kadının başka bir ortak noktası da, Batı kaynaklı resim sanatını benimseyip icra ettikleri gibi, içine doğdukları kültürü de yadsımadan sahiplenebilmeleridir. Melek, yaşamı boyunca, Batı kültürünü ve sanatını reddetmeden Türk kültürünün yaşatılması ve dünyaya tanıtılması konusunda kararlı bir çaba içindedir ki, kaynağını hem Batı’dan hem de milliyetçi Cumhuriyet ideallerinden alan bu yaklaşımı, dönemin atmosferiyle de uyumludur. Kariyerine 1950’lerde, evrensel sanat karşısında ulusal sentez arayışlarına yönelen bir sanat ortamında başlayan Şükriye Dikmen de, sanat pratiği boyunca kararlılıkla sürdürdüğü özgün desen üslubunda, 20. yüzyıl Avrupa sanatının bilinçli deforme biçim anlayışıyla sıkı bir ilişkide olduğu kadar, İslami Türk kaligrafisinin nakış çizgisinin yalınlığına da bağlı görünmektedir.
Melek Celâl’in Şükriye Dikmen’e yazdığı mektuplardan, Melek’in Münih’in havasına hiç alışamadığı gibi kişisel bilgilerinin yanı sıra, resim yapmaya çeşitli atölyelerde devam ettiğini, eserlerinin yer aldığı ve kendisinin gezdiği sergileri, konuşmacı olarak davet edildiği konferansları, sanatçılar ve yeni akımlarla ilgili fikirlerini de okuruz. Sıklıkla sağlık sorunlarından, boğazının hayatı boyunca ona sıkıntı çıkardığından, buna rağmen bademciklerinin alınamadığından bahseder. Moda’ya ve İstanbul’a dair özlemini yazar. Her gelişinde dostlarının ne kadar azaldığından, toplumun ne denli değiştiğinden, saygısızlığın ne kadar arttığından dem vurur.
Bu mektuplarda iki sanatçının kariyerine dair bilgilerin de izini sürmek mümkündür. Celâl’in, Dikmen’in Bonn ve Kopenhag sergileri için sefirlerle görüşmeler yaptığı, Münih Şehir Müzesi’nde Geleneksel Sanatlar sergisini gerçekleştirdiği ve kendi arşivini bu müzeye bağışladığı bilgileri bu mektuplarda yer almaktadır. Ayrıca Melek, Münih’teki sergisine destek vermeyen Türkiye hükümetinin, ona teşekkür bile etmemesinden dolayı üzüntüsünü dile getirir. Bu mektuplardan edindiğimiz en önemli bilgilerden biri de, Melek’in sanat pratiği boyunca atölyelerde, hep bir ressam eşliğinde çalışmış olması, sıklıkla yalnız çalışamadığını belirtmesidir. Öyle ki atölyesinde çalıştığı bir ressam hayatını kaybedince boşluğa düşer ve hemen yeni bir atölye arayışına başlar.
Mektuplarında gezdiği sergilerden de bolca bahseden sanatçı, Kokoschka’yı “çirkinlik ressamı,” Chagall’ı ise “mecnunun biri” olarak yorumlar. Le Corbusier sergisine gittikten sonra, “O sanatı hiç anlamıyorum fakat çok kuvvetli bir adam olduğu aşikâr.” der. Georges Braque’ı renkleri için sevdiğini, kompozisyonlarından ise bir şey anlamadığını belirterek, “normal” natürmortlarını harikulade güzel bulduğunu da ekler. Her biri ayrı metodlara sahip, büyük sanatçılar olan Cézanne, Matisse ve Renoir’ın yazdıklarını okudukça sağa sola savrulduğundan bahseden Melek, sanatın her dalına ilgili bir aydın olarak, gencecik bir Türk kızı olan Leyla Gencer’i sahnede izlemenin ona verdiği gururdan, Maria Callas’ın “çirkin” olduğu halde sahnede devleştiğinden de söz eder.
Aralarındaki yaş farkına rağmen Melek Celâl’in Şükriye Dikmen’e bir akıl hocası gibi değil de akranı gibi davrandığı görülür. Doğum tarihleri bilinmese, “Şükriye Hanımcığım” hitabıyla başlayan bu mektupların iki okul arkadaşı arasında olduğu bile düşünülebilir. Aralarındaki yaş farkı yalnızca zaman zaman Melek’in mektup bitişlerindeki “gözlerinizden öperim” ifadesiyle ortaya çıksa da, iki sanatçının hayatlarını birbirleriyle samimiyetle paylaştığı açıktır.
Bu samimiyetin çarpıcı bir örneği, Melek’in 30 Kasım 1956’daki evliliğinin üzerinden daha bir ay bile geçmeden, 20 Aralık 1956’da Şükriye Dikmen’e yazdığı mektupta görülebilir:
Şükriye H.cığım biliyor musunuz, tuhafdır amma insan insanı evlendikten sonra daha iyi anlıyor, hayat birleşdimi her şey başka oluyor: ya iyi ya kötü. Ben profesörü bu kadar zamandır tanıyorum iyiliklerini, yani iyi taraflarını biliyordum, lâkin bu kadar ince hisli bu kadar nazik olduğunu anlamamış idim. Her halde bu işi iyi yapdığımı tahmin ediyorum.
Melek, artık Münih’te yaşayacak olmanın tek zor tarafının dostlarından uzak olmak olacağını belirtir. Bir başka mektupta ise Şükriye Dikmen’e üzüntülerle başa çıkmak için kendini çalışmaya vermesi telkininde bulunur. “Bizim sanatın ruhunu anlamaya çalışın,” der ve “Cidden şuna kanaat getirdim ki (birçok tetkiklerden sonra) dünyada sanatkâr iki millet var, ama millet olarak sanatkâr. Çinliler ve Türkler,” diye ekler. İnsanın “humeur”ü olmadığında resim yapamadığını söyler ve resim yapamamaktan ne kadar rahatsız olduğunu da belirtir.
Melek’in Şükriye Dikmen’e yazdığı son mektuplar 1965 tarihlidir. 22 Nisan 1965’te düşerek kalçasını kıran ve üç ayı hastanede yatarak geçiren Melek, 22 Temmuz’da Şükriye Dikmen’e üç gün sonra hastaneden çıkacağını ve bir hastabakıcı ile eve döneceğini yazar.
Allah kısmet ederse Ağustosun on beşinde İstanbul’a gelmek istiyorum. Profesör beni getirecek daha yalnız yürüyemiyorum, bunaldım Münih’in berbad havasından bir an evvel kurtulmak istiyorum yağmur yağmur… Hem İstanbul’a geldiğim zaman da yazın yarısı geçmiş olacak. Bu ne talihsizlik. Artık korkak oldum, gene başıma bir iş çıkacak diye… İnşallah bir aksilik olmaz da seyahat edebilirim…
Maalesef Melek İstanbul’da geçirdiği rahatsızlık yüzünden seyahat edemeyecek, hayatının sonuna kadar Münih’te kalacaktır. Bu, hayatını sanata adamış iki aydın kadın arasındaki içten ve derinlikli diyaloğu ortaya koyan son mektuptur…
Kaynakça
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü, Atatürk Kitaplığı Koleksiyonu.
Şerifoğlu, Ömer Faruk. “Melek Celâl Sofu’nun Yazdıkları ve Düşündükleri.” Unutulmuş Bir Cumhuriyet Kadını: Bütün Yönleriyle Melek Celâl, 124–151. İstanbul: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 2023. Sergi kataloğu.
Şükriye Dikmen. İstanbul: Ezgi Ajans Reklamcılık Yayıncılık, 1986. Sergi kataloğu.
Turan, Namık Sinan. “Melek Celâl Sofu ve Bir Kuşağın Hikâyesi.” Unutulmuş Bir Cumhuriyet Kadını: Bütün Yönleriyle Melek Celâl, 12-35. İstanbul: Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 2023. Sergi kataloğu.