TANZİMAT’TAN MEŞRUTİYET’E: SARAY VE SANAT

Tanzimat Fermanı’nın (1839) okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına (1876) kadar süren dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını Batılı anlamda düzenleyen bir dizi reforma tanık olmuştur. Sultan Abdülmecid (h. 1839-1861), babası Sultan II. Mahmud’un (h. 1808-1839) yenileştirme girişimlerinin takipçisi olarak devlet yapısı ve eğitim alanlarında önemli gelişmelere imza atmakla kalmamış, Tanzimat döneminde yenilikçi bir kültür atmosferinin gelişmesine olanak tanımıştır. Sultan Abdülmecid’in Avrupa'a resim eğitimi almak için giden ilk asker ressam Ferik İbrahim Paşa'ya (1815-1891) Batılı tarzda portresi için
poz veren devlet adamı kimliği, bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneklere bağlı kalarak girdiği yenileşme sürecinin aynası gibidir.

Hem hat sanatına hem resme ilgi duyan Sultan Abdülaziz ise (h. 1861-1876) sanatsal gelişmelerin destekçisi olmuştur. Saltanatı sırasındaki yeniliklerden biri, 1863’te Sultanahmet Meydanı’nda açılan ve uluslararası bir fuar niteliğinde olan Sergi-i Umûmî-i Osmânî’dir. 1867 Paris Evrensel Sergisi’ni ziyaret eden Sultan Abdülaziz, aynı zamanda Osmanlı tarihinde sefer haricinde Avrupa’ya giden ilk sultan olmuştur. Abdülaziz’in saltanatı sırasında askeri okullarda resim eğitimi alan kimi askerler, sarayda sanata yön vermek üzere görevlendirilmiştir. Sultana verdikleri kişisel hizmete işaret eden “Yaver-i Şehriyâr-ı Hümâyun” unvanını alan ressam Şeker
Ahmed Paşa, Abdülaziz’in Dolmabahçe Sarayı’nda ilk saray resim koleksiyonunu oluşturmasında önemli bir rol oynamıştır. Sultan Abdülaziz aynı zamanda İngiliz heykeltıraş Charles F. Fuller'ı at üstünde bronz heykelini yapmakla görevlendirerek heykelini yaptıran ilk ve son sultan olmuştur. Bu dönemde saraya davet edilen Avrupalı sanatçılar sınırlı bir izleyici kitlesine sahip olsalar da sarayın dışına uzanan, daha geniş bir kültürel etkileri de olmuştur. 19. yüzyıl boyunca, Batı zevki doğrultusunda inşa edilen Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan ve Yıldız gibi saraylar Batı’dan gelen yeni yaşam biçimine uygun yeni iç mekân planlamaları gerektirmiş, Osmanlı hükümdarları bu amaç için duvar resimleri, yağlıboya tablolar ve hatta heykeller üzerinde çalışacak yabancı sanatçılar görevlendirmiştir.
 

SARAY RESSAMLARI

Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal ve siyasal yapısının Batılı bir çerçevede yeniden düzenlendiği 19. yüzyıl, aynı zamanda sarayın resim sanatına ilgisinde de bir yükselişe sahne olur. Bu çağda hüküm süren sultanların resme yakınlıkları ile resim sanatının toplumsal düzeyde kabul edilip yaygınlaşması arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Osmanlı’nın yenilikler için yüzünü Batı’ya dönmesiyle beraber yoğunlaşan kültürel alışveriş, Batı’nın egzotik meraklarını doyurmak üzere İstanbul’a gelen Avrupalı ressamların yolunu açmış, saray da tuval resmi talebini karşılamak üzere yabancı ressamları görevlendirmiştir. Bu ressamlardan bir kısmı özel olarak sarayın davet ettiği isimlerdir, ancak aralarında eserlerini sultana sunup Nişan-ı Âli ve Atıyye-i Seniyye ile ödüllendirilen ressamlar da bulunmaktadır. Osmanlı’nın Batılılaşma tarihinin öncülerinden Sultan II. Mahmud (h. 1808-1839), Avrupalı ressamlara portre sipariş etmiş, oğlu Sultan Abdülmecid (h. 1839-1861), hem Batılı hem de yerli sanatçılara portre yaptırmış, Sultan Abdülaziz (h. 1861-1876) döneminde ise sarayda pek çok Batılı sanatçı göreve getirilmiştir.

Sarayın görevlendirdiği isimlerin başında, Beylerbeyi Sarayı’ndaki iç mekânların dekorasyonunda çalışan ve 1864’te saray ressamı ilan edilen Polonyalı Stanisław Chlebowski ve Sultan Abdülaziz’in davetiyle 1864’te İstanbul’a gelerek 1874’te Pera’da ilk resim akademisini açan Fransız Pierre-Désiré Guillemet yer alır. II. Abdülhamid’in “Ressâm-ı Hazret-i Şehriyâri” unvanına layık görerek baş ressamlığa atadığı İtalyan ressam Fausto Zonaro da bu göreve, 1896’da sultana sunduğu Ertuğrul Süvari Alayı tablosunun beğenilmesi sonucu getirilmiştir. Zonaro, II. Abdülhamid döneminde saray ressamı olmanın yanı sıra burada yaşadığı süre boyunca, açtığı sergiler ve herkese açık resim atölyesi ile İstanbul’da yeni bir sanat ortamının oluşmasına büyük katkıda bulunmuştur. Ermeni asıllı Rus ressam İvan Konstantinoviç Ayvazovski ise, saray ressamı unvanını almasa da birçok kez İstanbul’a gelerek saray için eser yapmakla görevlendirilmiş, farklı rütbelerden birçok nişanla onurlandırılmış ve Osmanlı sarayının ve toplumunun sosyal ve kültürel hayatında önemli izler bırakmıştır.

 

YENİ RESİM BEĞENİSİ: PORTRE, MANZARA, NATÜRMORT

Avrupa kentlerindeki barok, rokoko, ampir ve neoklasik üslupların mimaride uygulandığı, Batı edebiyatının etkisiyle tiyatro, öykü, roman gibi türlerin ve vatan, milliyet, eşitlik gibi kavramların ilk kez gündeme geldiği Tanzimat döneminde, yoğun bir yenileşme sürecine giren başlıca sanat dallarından biri de resimdi. 18. yüzyılda minyatür sanatına ilginin azalmasına yol açan Batı resmine yönelim, 19. yüzyılda artarak devam etmiş; bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nda imge üretimi kitap sayfalarındaki minyatürlerden ve duvar resimlerinden tuvale ve portre, manzara, natürmort gibi yeni türlere kaymıştır. Paris’e giden ve École des Beaux-Arts atölyelerindeki dersleri izleyen, aralarında Osman Hamdi Bey ve Halil Paşa’nın bulunduğu ressamlar, figür ve figürlü anlatımın uzantısı olarak portreye ilgi duydular. Tuval üzerine yapılan resimlerin çoğunlukla padişah portreciliğine yoğunlaştığı bir zamanda bu sanatçılar giderek tebaadan insanlara, en başta da kendi yakın çevrelerine yöneldiler. Bu tür portrelerde ağırlıklı olarak kadınların betimlenmesi, Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı toplumunda daha görünür olmaya başlamalarının ipuçlarını taşıyordu.

Osman Hamdi Bey ve Halil Paşa ağırlıklı olarak figüre odaklanırken, Süleyman Seyyid ve Şeker Ahmed Paşa gibi onlarla aynı kuşakta yer alan ya da sonraki dönemde etkinlik gösteren asker ressamlar daha ziyade realist üslupta resim yapma becerisi ve tekniğine önem vermiş, manzara ve natürmort türlerine yönelmişlerdir.

 

RESİM EĞİTİMİ: BATI’YA YOLCULUK

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk resim dersleri, askeri eğitim veren okullarda harita çizimi gibi amaçlar doğrultusunda başlamış, daha sonra sivil okulların ders programlarına eklenmiştir. Önce Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun (1795), Mekteb-i Tıbbiyye (1827) ve Mekteb-i Harbiyye (1834) gibi askeri okullarda, sonrasında da sivil okullar olan Mekteb-i Mülkiyye (1859), Mekteb-i Sultânî (1868) ve Dârüşşafaka’da (1873) Avrupa’dan getirilen eğitimciler yönetiminde gerçekleşen resim dersleri, genç öğrencilerin bu sanat dalına ilgi duymaya başlamalarını sağlamıştır. Sarayın sanatsal gelişime verdiği destek, Sultan Abdülaziz (h. 1861-1876) döneminde çoğunluğu asker kökenli gençlerin Avrupa’da resim eğitimine gönderilmesiyle somutluk kazanmıştır. Askeri okul mezunları Şeker Ahmed Paşa ve Süleyman Seyyid devlet olanaklarıyla 1861-1871’de Paris’te resim eğitimi görmüştür. Yine devlet tarafından 1880’de Paris’e gönderilen Halil Paşa da, askeri okul olan Mekteb-i Harbiyye mezunudur. Asker kökenli olmayan Osman Hamdi Bey ise 1860’ta Paris’e babası tarafından hukuk eğitimi almak üzere gönderilmiş olmasına rağmen, burada resim atölyelerine katılarak kendisini ressam olarak da geliştirmiştir. Osman Hamdi Bey’in yönetiminde 1882’de Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin açılmasının ardından yetenekli gençlerin Batı’ya yolculuğu sürmüştür. Türk resminin bu erken evresinde Ruhi Arel, İbrahim Çallı ve Hikmet Onat’ın aralarında bulunduğu isimler Avrupa Sınavı’nı kazanarak yurt dışında sanat eğitimi görmüştür. Aynı kuşaktan Nazmi Ziya Güran, Hüseyin Avni Lifij, Feyhaman Duran ve Namık İsmail ise aile desteği ya da özel burs gibi olanaklarla Avrupa’da sanat eğitimi gören isimler arasında yer alır.

19. yüzyıl sonunda Avrupa’ya giden öncü kuşak, École des Beaux-Arts’da dönemin gözde atölyelerini yürüten Jean-Léon Gérôme, Gustave Boulanger, Isidore Pils, Gustave Courtois ve Alexandre Cabanel’in yanında eğitim görürken, 20. yüzyıl başında burslu ya da burssuz olarak özellikle Paris’e yönelen genç sanatçıların başlıca iki adresi École des Beaux-Arts’daki Fernand Cormon ve Académie Julian’daki Jean-Paul Laurens atölyeleri olmuştur.

 

GALATASARAY SERGİLERİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun, Batı eğitim kurumları örnek alınarak açılmış ilk lisesi olan Mekteb-i Sultânî, aynı zamanda toplumsal hayat üzerindeki etkisinden dolayı tarihsel bir öneme sahiptir. Okulun temellerinde, Sultan Abdülaziz’in Tanzimat reformlarından hareketle donanımlı devlet adamı yetiştirmeye ve bu amaçla lise programının hayata geçirilmesine verdiği önem yatar.

Mekteb-i Sultânî, söz konusu reformları uygulayabilecek, yabancı dil bilen personelin yetiştirilmesi amacıyla Fransız ortaöğretim programını esas alan bir müfredat ile 1 Eylül 1868’de açıldı. Farklı dinlere mensup öğrencilerin birlikte ders almasına olanak yaratmanın yanı sıra Fransızcayı öğretim dili olarak belirledi. Okul, öğrencilerine Batılı yaşamın teorik ve bilimsel altyapısını kazandırırken, düzenlediği ve ev sahibi olduğu etkinliklerle uzun yıllar İstanbul’un kültür hayatına katkı sağladı. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin 1916’da başlattığı Galatasaray Sergileri de bu etkinliklerden biriydi.

Paris’teki Salon Sergilerine benzer bir anlayışla, her yıl bir jüri tarafından hazırlanan Galatasaray Sergileri’ne katılmak, ressam sıfatını kazanmanın bir gerekliliği olarak kabul gördü. 49 sanatçının 190 eserle katıldığı ilk sergi 1916’da Birinci Dünya Savaşı devam ederken açıldı. Sergi, okulun mezunları tarafından kurulan Galatasaraylılar Yurdu’nun lokali işlevindeki Società Operaia di İstanbul’da, Şehzade Abdülmecid Efendi’nin himayesinde gerçekleştirildi. 1917’deki sergi için ise lisenin salonları tercih edildi. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, bu deneyimlerden sonra 1952’ye kadar tüm sergilerini, Cumhuriyet’ten itibaren Galatasaray Lisesi adını alan bu kurumda gerçekleştirdi. Türkiye’nin en uzun soluklu resim sergisi olan etkinlik bu yönüyle resim tarihinin izlediği yola dair bir tanıklık sundu. Türk Ressamlar Cemiyeti, Sanâyi-i Nefîse Birliği ve Güzel Sanatlar Birliği adlarıyla devam eden Cemiyet, 1923’ten itibaren Galatasaray Sergileri’ne paralel olarak Ankara Resim Sergileri’ni düzenledi, bu sergiler de 1980’e kadar aksamadan devam etti.

Savaş yıllarında başlayan bu resim sergilerinin tek amacı görsel ve plastik sanatların sergilenmesi için imkân yaratmak değildi. Eserler kimi zaman satışa da sunuluyordu, böylece henüz sanat galerilerinin olmadığı bir dönemde İstanbul’da bir sanat piyasası oluşturuluyordu.

 

ASKER RESSAMLAR

18. yüzyılda ordunun ıslahına yönelik çalışmalar doğrultusunda kurulan ve Batı tarzında eğitim vermeyi amaçlayan askeri okullar, Osmanlı İmparatorluğu’nda kurumsal resim eğitiminin temellerini oluşturur. Deniz subayı yetiştirmek üzere 1773’te Haliç’teki tersanede açılan Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun’un programı, Avrupa’da bu alandaki gelişmelerle bağlantılı olarak coğrafya ve haritacılık konularını içerir. İlk defa bu süreçte Osmanlı okullarına girdiği düşünülen teknik resim, 1795’te açılan topçu okulu Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un kayıtlarında bir ders olarak yer alır. Desen ve perspektif konularının işlendiği bu derslerde sanat bilgisi yer almaz; topçuluk, istihkam, haritacılık alanlarında gerekli teknik bilgi verilir. Harp okulu Mekteb-i Harbiyye’nin (1834) kurulmasıyla beraber resim dersleri de teknik bilgilerin ötesinde bir önem kazanır. Okuldaki eğitime büyük önem veren Harbiye Nâzırı Selim Satı Paşa dönemi (1837-1841) kayıtlarında, kurumun kadrosunda gravür sanatçısı Joseph Schranz’ın yer aldığı görülmektedir. Resim dersleri 1851’de askeri idadilerin (lise) programlarına girmiş; Fransız ressam Pierre Guès 1846’dan 1887’ye kadar hem bu okullarda hem de Mekteb-i Harbiyye’de karakalem ve yağlıboya dersi vermiştir.

Okullarda uygulanan reformcu anlayışla bağlantılı bir biçimde yurt dışına öğrenci gönderilmeye başlanması, kısa sürede sanat alanında da etkisini gösterir. 1835’te önce Londra’ya sonra da Paris’e gönderilen Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun mezunu dört öğrenciden Ferik İbrahim Paşa, Osmanlı resminde Batı tekniğinin benimsenmesinde bir dönüm noktası addedilir. Ferik Tevfik Paşa ve Hüsnü Yusuf da askeri okullardan mezun olup yurt dışına gönderilen ilk kuşak Osmanlı sanatçıları arasında yer alırlar.

Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanlarıyla beraber okullarda Batılı eğitim anlayışına yönelik reformların yaygınlaşması, Avrupa’ya daha fazla öğrenci gönderilmesine zemin sağlar. Askeri okul mezunları Şeker Ahmed Paşa ve Süleyman Seyyid 1860’larda, Halil Paşa ise 1880’lerde Paris’teki École des Beaux-Arts’daki dersleri izlerler. Yine askeri okullarda eğitim gören Hüseyin Zekâî Paşa, Hoca Ali Rıza ve Ahmed Ziya Akbulut’la beraber bu sanatçılar, 1914 Kuşağı’na giden yolda ikinci kuşak asker ressamlar olarak anılırlar.

 

OSMANLI RESSAMLAR CEMİYETİ 

Yirminci yüzyılın başında sanatı kamusal alanda yaygınlaştırma arzusu, 1908’de II. Meşrutiyet’in sağladığı yeni özgürlüklerden yararlanarak profesyonel bir organizasyon oluşturmak için yola çıkan bireylerle şekillendi. Osmanlı toplumunun ilk sanatsal meslek birliği olan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ni kurma fikri, arkadaşlarını İstanbul’un Şehzadebaşı semtindeki evinde bir araya getiren Ruhi Arel ile başladı. Bu toplantılara katılanlar arasında Sami Yetik, Şevket Dağ, Hikmet Onat, İbrahim Çallı, Hoca Ali Rıza ve Ahmed Ziya Akbulut vardı. İlk üyelerin çoğu Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin yeni mezunlarıydı, bazıları çeşitli kurumlarda resim hocalığı yapıyordu. Pek çok isim, Mekteb-i Sultânî’de hoca (Şevket Dağ ve Viçen Arslanyan) ya da öğrenci (Feyhaman Duran ve Namık İsmail) olarak bulunmuştu. Dönemin tüm sanatçıları katılmasa da, cemiyet oldukça geniş bir ağa sahipti. Üyeleri arasında asker ressamlar (Hoca Ali Rıza, Sami Yetik), özel okul mezunları (Hüseyin Avni Lifij, Namık İsmail, Nazmi Ziya Güran ve Feyhaman Duran), kadınlar (Mihri Hanım ve Müfide Kadri), heykeltıraşlar (İzzet Mesmur) ve baskı ustaları (Midhat Rebii) vardı. Birliğe ihtiyacı olan ekonomik desteği veren, kendisi de ressam olan Şehzade Abdülmecid Efendi oldu. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti 1916’dan itibaren, yeni sanatsal gelişmelerin vitrini haline gelen Galatasaray Sergileri’ni organize etti. 1921’de Türk Ressamlar Cemiyeti, 1926’da Sanâyi-i Nefîse Birliği, ardından da Güzel Sanatlar Birliği adlarını alan grup, 1940’larda etkinliğini yitirdi.

Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, 1911-1914 arasında 18 sayı olmak üzere Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi’ni yayımladı. Gazetenin temel amaçları, sanatın toplumdaki rolünü tartışmak için bir platform olmak, sanat tarihi ve teknikleri hakkında bilgi ve önemli Osmanlı sanatçıları hakkında monografik bilgiler vermek ve İmparatorluğun ilk kalıcı satış odaklı galerisini içeren Osmanlı Ressamlar Cemiyeti merkezinin reklamını yapmaktı. Geleneksel sanatlarla uğraşanlar bu birliğe üye olmasa da, cemiyetin gazetesinde hat ve tezhip konulu yazılara da yer vermekteydi. Pek çok üye, cemiyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra eğitim için Paris’e gitmelerine rağmen buradan mektuplar ve eskizler göndererek sanat söylemine katılmaya, eserlerini Galatasaray Sergileri’nde göstermeye devam etti.

 

İLK ÇIPLAKLAR 

Osmanlı minyatürleri genellikle çıplak figürleriyle bilinmese de, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren albüm folyolarında çıplak erkek ve kadın figürlerinden oluşan, az bilinen ama önemli bir görsel birikim vardır. Fransızcada “çıplak” anlamına gelen “Nü” ise modern bir olgudur ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye’ye geçişte yenileşme sürecinin habercisidir. Türk resminde figür tam anlamıyla çıplaklığa aşama aşama ulaşmıştır.

1882’de açılan Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nde canlı modelden çalışma olanağı kısıtlıydı; ayrıca kadın model de kullanılmıyordu. Müslüman Osmanlı ressamlar resimsel bir konu olarak çıplak olgusuyla yurt dışına gittiklerinde, özellikle Paris’in akademik resim eğitimi veren resmi ve özel atölyelerinde tanıştılar. Manzara ve natürmort türlerine ağırlık veren bu ressamlar için çıplak figürü salt bir etüt nesnesinin ötesinde görebilmek ve başlı başına bir konu olarak algılamak ise yalnızca sanatsal bir mesele değildi, radikal bir kültürel dönüşümün de ifadesiydi.

Müslüman-Türk kökenli Osmanlı ressamlarının portre, natürmort ve manzara dışında sandal gezintisi, güneş banyosu, deniz hamamı gibi konular üzerinden “Nü”ye yönelmeleri, ilk kez Galatasaray Sergileri’nde oldu. Bu sergilerin tarihi boyunca “Nü”, yine de diğer türlere göre daha az sergilenmiştir. Özellikle 1920’ler ve 1930’larda yoğun olarak hemen hemen aynı isimler tarafından ele alınan “Nü” konusunun, 1940’larda son derece azaldığı da gözlemlenir. İzzet Ziya’nın 1916’daki ilk Galatasaray Sergisi’nden itibaren düzenli olarak sergilediği bazı resimler, erkek nü sergilemenin kadın nü sergilemekten daha önce söz konusu olabildiğini ortaya koyar.

İbrahim Çallı, Namık İsmail, Melek Celal Sofu, Hikmet Onat ve Feyhaman Duran’ın 1920’ler boyunca gerçekleştirip sergiledikleri nü çalışmaları, yeni bir tarihsel sürecin başlangıcında yer alır. Halil Paşa’nın akademik bir atölye disiplinini yansıtan figür çalışmalarından İbrahim Çallı’nın ifadeci bir duyarlılıkla resmedilmiş tensel çıplaklarına uzanan süreci, büyük bir zihniyet değişiminin ilk adımları olarak değerlendirmek mümkündür.

 

İNÂS SANÂYİ-İ NEFÎSE MEKTEBİ

 

Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanlarının oluşturduğu yasal temellerle şekillenen Osmanlı Batılılaşması sürecinde kadınların eğitimi üst gelir seviyesine mensup ailelerde, evde başladı. Kızlar için eğitim, 1843’te Mekteb-i Tıbbiyye içinde başlayan ilk ebelik kurslarından itibaren, 1858’de Sultanahmet’te açılan ilk kız rüşdiyesi, 1869’da kurulan Yedikule Kız Sanâyi Mektebi ve kız eğitim kurumlarının sayısındaki artışın sonucu 1870’te eğitime başlayan Dârülmuallimât’la (Kız Öğretmen Okulu) beraber kurumsal bir nitelik kazandı. Eğitim alanındaki dönüşümün yaşandığı bu dönem aynı zamanda kadın hareketinin oluşumuna da tanıklık etmiş, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla sağlanan özgürlük ortamında bu hareket etkisini artırmıştı. 1912-1913 arasındaki Balkan Savaşı’nda gönüllü hemşirelik yapmaları, kadınların görünürlük kazanmasını sağlayan bir başka unsurdu. İnâs Sanâyi-i Nefîse Mektebi, 1914’te Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) binasında eğitime başladı. Ressam Mihri (Müşfik) Hanım’ın girişimlerinin de etkili olduğu bir sürecin sonunda Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin bir şubesi olarak açılan okulun kuruluş amaçları arasında kadınları güzel sanatlar alanında eğitmek ve yeni kız liseleri için öğretmen yetiştirmek bulunuyordu. Sonraki yıllarda okulun bünyesinde heykeltıraş yetiştirmek üzere bir dershane de açılmıştı. İnâs Sanâyi-i Nefîse Mektebi’ne ilk senesinde kaydolan öğrenciler arasında Hoca Ali Rıza’nın kızı Hamide (Çizen) ve Ömer Adil’in kızı Şevket de yer alıyordu. Salih Zeki Bey (Halide Edip’in eşi) okulun ilk müdürü oldu. Resim bölümünde sırasıyla Ali Sami Boyar ve bir dönem okulun müdürlüğünü de yapacak Mihri Hanım’ın atölyeleri açıldı. Dr. Nureddin Ali Berkol’un anatomi, Vahid Bey ve daha sonra Ahmed Haşim’in sanat tarihi ve estetik, Ahmed Ziya Akbulut’un da perspektif dersleri verdiği, Ömer Adil, Cemil (Cem) Bey ve Feyhaman Duran’ın müdür olarak görev aldığı okul, Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923’te Sanâyi- i Nefîse Mektebi’yle birleştirildi ve iki kurum Güzel Sanatlar Akademisi ismini aldı.

 

1914 KUŞAĞI

 

Türkiye sanat tarihinde bir dönüm noktası olan 1914 Kuşağı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde resim sanatının yaygınlaşmasında etkin bir konumda yer alır. Çoğunluğu Sanâyi-i Nefîse Mektebi mezunu olan bu sanatçılar, yine aynı kurumun ilkini 1909’da açtığı Avrupa Sınavı’nı kazanarak başta Paris olmak üzere yurt dışındaki şehirlere resim eğitimine gitmiş; bir kısım ise özel bursla bu imkâna kavuşmuştur. Aralarında İbrahim Çallı, Nazmi Ziya Güran, Hüseyin Avni Lifij, Feyhaman Duran, Namık İsmail ve Hikmet Onat’ın bulunduğu “1914 Kuşağı,” ismini bu sanatçıların Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla Avrupa’dan dönmek zorunda kalmasından almıştır.

Çoğunluğu Paris’e giden ve burada Académie Julian’daki atölyelere devam eden ressamlar, bu dönemde yabancı öğrencilere uygulanan kısıtlamalardan dolayı École des Beaux-Arts’daki atölyelere yalnızca konuk olarak katılabilmişlerdi. Sanatçılar Avrupa’dan döndükten sonra Fransa’daki sanat eğitimi anlayışını örnek alan Sanâyi-i Nefîse’nin eğitim kadrosunda yer alarak Türkiye’de resim sanatının gelişiminin ilk evrelerinde belirleyici bir rol üstlendiler. 1909’da Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin kuruluşunda yer alan sanatçılar, yurda dönüşleri sonrası bu gruptaki etkinliklerini de artırdı. Onların yoğun katılımıyla cemiyet çatısı altında gerçekleştirilmeye başlanan Galatasaray Sergileri, Cumhuriyet sonrasında da devam ederek Türkiye sanat tarihinin en uzun soluklu resim sergisi oldu.

 

1914 KUŞAĞI PARİS’TE

II. Meşrutiyet’in bireysel hak ve özgürlüklere alan açtığı dönemde yeni bir sanatçı kimliğinin taşıyıcısı olan 1914 Kuşağı’nı öncüllerinden ayıran bir özellikleri de yurt dışında aldıkları eğitimin niteliğidir. Önceki kuşaktan Osman Hamdi Bey ve Şeker Ahmed Paşa gibi isimlerin ziyaretinin ardından geçen yaklaşık 40 yıllık sürede Paris’teki sanat ortamı değişmiş, akademik resmin dışındaki türler toplumda tanınır olmuştu. Yıllar içinde yenilikçi niteliğini kaybeden İzlenimcilik, artık Luxembourg ve Louvre gibi müzelerde örnekleri sergilenen ve resmen tanınan bir türdü.

Böyle bir dönemde Paris’e giden 1914 Kuşağı sanatçılarının École des Beaux-Arts’daki atölyesine izleyici olarak katıldıkları Fernand Cormon da akademik resimler yapmasına rağmen İzlenimcilik akımına ilgi duyan bir sanatçıydı. Paris’teki Osmanlı öğrencilerinin diğer tercihi olan Académie Julian’da atölyeleri bulunan Jean-Paul Gervais ve Jean-Paul Laurens ise tarihsel ve akademik geleneğe bağlı bir eğitim veriyordu. Burada aldıkları akademik eğitimin yanı sıra, dönemin Paris salonlarında ve müzelerinde sergilenen ve renk aracılığıyla belli bir ışığı ve atmosferdeki etkilerini yakalama çabasını yansıtan İzlenimci tablolar, 1914 Kuşağı sanatçıları için belirleyici bir unsur olmuştu. Kübizm ve Ekspresyonizm gibi dönemin avangard akımlarından ziyade İzlenimciliğin etkisinde kalan sanatçılar, yurda dönüşlerinin ardından açık havaya çıkarak İstanbul’u betimlemeye başlamış, İzlenimciliğin sağladığı çerçevede kişisel yorumlarını hayata geçirme olanağını bulmuştu.

 

İNÂS SANÂYİ-İ NEFÎSE MEKTEBİ’NDE CANLI MODELDEN EĞİTİM

 

Mihri (Müşfik) Hanım’ın girişimleri sonucu kadınlara güzel sanatlar eğitimi vermek üzere 1914’te kurulan İnâs Sanâyi-i Nefîse Mektebi, kadın öğrencilerin ilk defa canlı modelden çalışma olanağı bulduğu kurumdur. Sanatçı, bir dönem müdür olarak çalıştığı okulda model bulmak için farklı yollara başvurmuştur. Bu iş için hamamlarda gördüğü kadınları ikna etmiş; aynı zamanda 1917’de Sovyet Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen Beyaz Ruslar da okulda modellik yapmıştır. Kurumda çıplak modellerden çalışamama sorununa ise yaratıcı bir çözüm getiren Mihri (Müşfik) Hanım, öğrencilerini Müze-i Hümâyun’dan (İstanbul Arkeoloji Müzeleri) özel izinle getirttiği torsolardan çalışmaya teşvik etmiştir.

bilgi-panolari

Ömer Adil (1868-1928), Kızlar Atölyesi, 1919-1922, tuval üzerine yağlıboya, 81 x 118 cm, MSGSÜ, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu

 

CUMHURİYET’İN İLK SANATÇI GRUBU: MÜSTAKİLLER

 

Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği Türk resim sanatının tarihinde kurulan ikinci, Cumhuriyet ilanından sonra kurulan ilk sanatçı derneğidir. Müstakiller, Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nde yabancı hocaların yerine atanan İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Hikmet Onat gibi ilk Türk eğitimcilerin yanında yetişen kuşaktır. 1924’te bu sanatçıların pek çoğu Avrupa Sınavı’nı kazanarak Cumhuriyet’in ilk burslu öğrencileri olmuş veya kendi olanaklarıyla sanat eğitimlerini yurt dışında sürdürmek üzere ülkeden ayrılmıştır. 1928’de, Fransa ve Almanya’da eğitim süreleri henüz dolmadan, yerlerine o yıl Avrupa Sınavı’nı kazanan öğrencilerin gönderilebilmesi için Güzel Sanatlar Akademisi’nin müdür yardımcısı Namık İsmail tarafından geri çağrılıp yurda dönmüşlerdir. 15 Temmuz 1929’da yayımladıkları nizamnâme ile Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği adı altında bir araya gelmişlerdir. Birlik, üyelerinin bireysel sanat anlayışlarına özgürlük tanıma yaklaşımını ve ismini Paris’te o yıllarda etkin olan La Société des Artistes Indépendants’dan (Bağımsız Sanatçılar Birliği) almıştır. Birliğin kurucu üyelerinden Mahmut Cûda bu ismi almalarını şöyle açıklar: “Bizim ‘Müstakiller’ adını almamızın nedeni: Sanatçıları kendi sanat anlayışları doğrultusunda yapacakları çalışmalarda serbest bırakmak hatta desteklemek, fakat sanatçı olarak ortak hak ve yararlarımızı birlikte korumaktır.”

İlk sergisini Ankara’da Etnografya Müzesi’nde, ikinci sergisini 1929’da İstanbul’da Türk Ocağı’nda açan Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği, Türk resminin tanıtılması ve yaygınlaştırılması yolunda özellikle yurt içinde ve dışında açtıkları sergilerde son derece etkili olmuştur. 1914 Kuşağı’nın İzlenimciliğe yakın sanatsal anlayışına bir ölçüde tepki duyan ve daha sağlam bir desen arayışı ve biçim kaygısı içinde olan Müstakiller, yine manzara, natürmort ve figürlü kompozisyonlar çerçevesinde üretmiş, ancak gündelik hayat sahnelerine de zaman zaman yönelmişlerdir. Türkiye’ye döndüklerinde hocalarının Akademi’ye modern sanatı dahil etmek istememiş olması nedeniyle bu çatı altında sürekli bir çalışma ortamından mahrum kalmış Cumhuriyet Kuşağı’nın, okulun kadrolarında yer almaları ancak Fransız ressam Léopold Lévy’nin (1882-1966) 1937’de Resim Bölümü Başkanlığı’na getirilmesiyle mümkün olmuştur. Refik Fazıl Epikman, Cevat Dereli, Şeref Akdik, Mahmut Cûda, Nurullah Berk, Hale Asaf, Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi, Muhittin Sebati’nin de aralarında olduğu Müstakiller, Türkiye’de modern sanatın temellerini atan kuşak olarak değerlendirilir.

 

d GRUBU

Ressamlar Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Cemal Tollu, Elif Naci, Abidin Dino ile heykeltıraş Zühtü Müridoğlu’nun 1933’te kurduğu d Grubu, bünyesinden çıktığı Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’yle beraber Cumhuriyet’in genç sanatçı kuşağını temsil eder. Türkiye sanat tarihinde Güzel Sanatlar Birliği (eski Osmanlı Ressamlar Cemiyeti), Yeni Ressamlar Cemiyeti ve Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’nden sonra kurulan dördüncü sanat topluluğu olan d Grubu, bu konumlarına ithafen Latin alfabesinin dördüncü harfini isim olarak benimsemiştir.

İlk sergisini 1933’te Beyoğlu Narmanlı Han’daki Mimoza şapka mağazasında gerçekleştiren grup, yeni isimlerin katılımıyla 1951’e kadar etkinliğini sürdürmüş, sonuncusu 1960’ta olmak üzere 15 sergi daha açmıştır. Kuruluşunun ardından d Grubu’na eklenen isimler arasında Turgut Zaim, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Sabri Berkel, Fahrelnissa Zeid ve Zeki Kocamemi yer alır. Grup, 1937’de Léopold Levy’nin Resim Bölümü Başkanlığı’na getirilmesiyle Güzel Sanatlar Akademisi’nde etkin roller üstlenmiş, Lévy ve Heykel Bölümü Başkanı Rudolf Belling de birer defa grubun sergilerinde yer almıştır.

Grup üyelerinin çoğu Paris’te çeşitli atölyelerde çalışmış, özellikle André Lhote’un kübist ve yapısalcı ve Fernand Léger’nin sentetik kübist biçim anlayışından etkilenmiş, hocaları olan 1914 kuşağı sanatçılarının akademik izlenimciliğine karşı çıkmışlardır. Cumhuriyet’in 10. yılında kurulan grup, ulusçuluk ve halkçılık doğrultusunda kültür sanat olaylarına da ulusal ve yeni bir yön verilmek istendiği bir dönemde, bu politikaya uygun bir sanat anlayışı benimsemiştir.