Unutulmuş Bir Cumhuriyet Kadını: Bütün Yönleriyle Melek Celâl

Geç Osmanlı İmparatorluğu ile erken Cumhuriyet’in öncü kadın sanatçılarından Melek Celâl’in hayatı, bu yıllarda gerçekleşen köklü toplumsal değişimlerin adeta bir yansımasıdır. Günümüzde neredeyse unutulmuş bir figür olmasına rağmen, kadınların resimlerde model olmanın ötesinde eserlerin müellifi de olabildikleri bir dönemde sanat dünyasında aktif bir rol almıştır. Bu bakımdan Melek’i Cumhuriyet’in 100. yılında hatırlamak, aynı zamanda Türkiye’nin bu evresini ve beraberinde getirdiği idealleri de hatırlamak gibidir.

19. yüzyılın sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nda doğan ve yaşamlarına yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde devam eden ilk modern sanatçı kuşağının hayatları ve eserleri, her anlamda radikal değişikliklerden geçen bir ülkede, modernleşme sürecinin nasıl yaşandığına dair ipuçları sunar. İstanbul’da varlıklı bir Osmanlı ailesinin kültür birikimiyle yetişen Melek Celâl’in hayatının arka planında da, baş döndürücü kentsel dönüşümüyle İstanbul ve kültürel evrimleriyle Türkiye yer alır.

Hayatı boyunca eserlerini “Melek” ismiyle imzalayan sanatçı, önce babasının ismiyle Melek Ziya, ardından kocasının ismiyle Melek Celâl, 1934’te Soyadı Kanunu sonrasında Melek Celâl Sofu ve 1956’daki ikinci evliliğinden sonra da Melek Lampé olarak anılmıştır. Ressam, heykeltıraş, yazar ve eleştirmen olarak eskiyle yeniyi, Batı’yı ve Anadolu’yu içselleştiren bir Cumhuriyet aydını olarak yaşamıştır.
 

“İki gözüm, evladım Melek’im”

Fatma Melek, 2 Nisan 1896’da Miralay Abdurrahman Ziya Bey ve Naciye Hanım’ın tek çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesi Naciye Hanım, 1788-1822 arasında Batı Rumeli’deki Yanina [Yanya] Paşalığı’nın Osmanlı valisi olarak görev yapan Arnavut Tepedelenli Ali Paşa’nın soyundandır. Ali Paşa ve ailesi, günümüzde Arnavutluk ile Yunanistan’ın güney ve batı topraklarını oluşturan bölgede yaklaşık otuz beş yıl boyunca etkili bir yerel iktidar kurmuştur. Rumların bağımsızlık mücadelesi vermeye başladığı bu dönemde Yanya, Tepedelenli Ali Paşa’nın yönetiminde büyük ölçüde özerklik elde etmiştir. Tepedelenli Ali Paşa soyundan gelenlerin arasında aynı zamanda Ebüzziya Tevfik, Abdülhak Şinasi Hisar ve Nâmık Kemal gibi isimler vardır.

Melek, eğitimli ve varlıklı bir aileye sahip olduğu için evinde iyi bir eğitim görür. Dönemin saygın kadınlarından anneannesi Eşref Hanım ve onun kuzeni Nasib Hanım ile büyüyerek, onların çevresindeki aydınlarla yakın ilişkiler kurma fırsatı elde eder. Annesi Naciye Hanım, 1916’da hayatını kaybeder. Babası Miralay Abdurrahman Ziya Bey ise Birinci Dünya Savaşı sebebiyle Balkanlar’da görev yaparken, Romanya’dan İstanbul’da yaşayan ailesine erzak yollamayı ihmal etmez, kızına “İki gözüm, evladım Melek’im” diyerek başladığı pek çok mektup yazar. 

23 Temmuz 1917’de Kıbrıslı avukat Sofuzade Celâl Bey, kızı Melek ile evlenmek için Ziya Bey’den izin istediği bir mektup yazar. Ziya Bey, kendisi ve bütün aile tarafından “memnuniyet ve iftihar” ile karşılandığını belirttiği bu talebe olumlu cevap verir ve Melek, 3 Ağustos 1917’de Celâl Bey ile evlenir. 

Ziya Bey, 11 Nisan 1918’de yazdığı mektubunda on iki gün sonra İstanbul’a varacağını belirtir. Kısa bir süre sonra, 4 Mayıs 1918’de hayatını kaybeder. Melek ve Celâl Bey’in tek çocuğu Mustafa Ziya, 15 Ekim 1918’de dünyaya gelir.


“Mademoiselle Melek Zia”

1910’larda uluslararası kulüpler aracılığıyla yaygınlaşan kartpostallar, bu dönemde yurtdışına seyahat edemeyen kişiler için Avrupa’ya ve özellikle sanat dünyasına bir pencere açmıştır. Melek’in çocukluğuna ve gençliğine ait kartpostallar ile mektuplar, yabancı dillere hâkim, edebiyat ve sanata meraklı bir genç kadın portresi çizer. Özellikle 1911-1914 arasında kendisine Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden gönderilen kartpostallar, bu sıralarda 15-18 yaşlarında olan Melek’in, döneminin önemli bir sosyal ağı olan kartpostal değiş tokuşunda faal olduğunu gösterir. 

“Mademoiselle Melek Zia” adına farklı adreslere gönderilen kartpostalların pek çoğu, başta Brüksel, Londra, Barselona ve Paris olmak üzere Avrupa’nın başkentlerinden gelmiştir. Büyük kısmında Belçika merkezli bir değiş tokuş kulübü olan “Libre-Échange” [L.-É.] damgası bulunan kartpostallarda, ağırlıklı olarak o yılların Paris Salon Sergileri’nde yer alan tablolar görülür. Melek’in haberleştiği kişilerden özel olarak bu eserlerin reprodüksiyonlarını talep etmiş olması mümkündür. Böylece 1908-1913 arasında Paris’te sergilenen tabloları takip etme olanağını bulur. 

Dönemin ünlü mimarlarından Jean-Louis Pascal’a 1912’de ulaşan Fransızca mektubundan anlaşılacağı üzere, Melek aynı dönemde Avrupa kültür ve sanat çevrelerinden önemli gördüğü kişilerin imzalarını da toplamaya başlamıştır. Sanata olan düşkünlüğünü koleksiyon oluşturma merakıyla birleştirerek, dönemin autographomania yani “imza toplama çılgınlığı” olarak tanımlanan akımına dahil olmuştur. Bu bağlamda zamanının ünlü ressam, yazar ve bestekârlarıyla yazışmıştır. Bu sanatçılardan bazılarının isimlerini, Salon sergilerinde yer alan eserlerinin kartpostallarından öğrenmiş olması muhtemeldir. 


“Kızım Melek, sen niye resim yapmıyorsun?” 

Tanzimat’ın kültürel açılımlarıyla yeni bir toplumsal hayatın parçası olarak ortaya çıkan aydın grubunun bir üyesi olan Şair Nigâr Hanım, döneminin kadınları için önemli bir rol modeldir. Yazarlığının yanı sıra sosyal hayatıyla da zamanın kadınlara biçtiği rolün dışına çıkar, Nişantaşı’ndaki konağının salonunda düzenlediği Salı Kabulleri’nde dönemin seçkin sanatkâr ve aydınlarını bir araya getirir. Bu tür “kadınlı-erkekli” kültür ve eğlence ortamlarını, Osmanlı’nın son döneminde Batı etkisinin bir yansıması olarak ortaya çıkan salon kültürünün bir uzantısı olarak görmek mümkündür.

Melek’in çocukluğu ve ilk gençliği, bizzat bu çevrenin içinde geçmiştir. Anneannesi Eşref Hanım ve onun kuzeni olan Nasib Hanım’ın etrafında, döneminin en saygın kadın entelektüellerinin arasında yetişmiştir. Şair Nigâr Hanım’ın günlüğünde yakın dostları olan Eşref ve Nasib Hanımlar’ın isimleri sıklıkla geçer. Melek de kendi hatıralarında Nigâr Hanım’ın yanı sıra besteci Leylâ Saz ile tiyatro oyunlarıyla tanınan Fehime Nüzhet Hanım’ın da aralarında olduğu sanatçı kadınların evlerinde toplandığından, saz eşliğinde şarkılar söyleyip şiirler okuduklarından bahseder. Kadınların entelektüel alışveriş yapabildikleri bu kendilerine özel ortamlara dair yazılanlar, aralarındaki ilişkilere ve düşünsel gelişimlerinin kaynaklarına ışık tutar. 

Melek, sanat hayatının başlangıcında Nigâr Hanım’ın oynadığı rolü hatıralarında dile getirir. Annesinin ölümünden sonra evi ziyaret eden şairin kendisine “Kızım Melek, sen niye resim yapmıyorsun?” diye sorduğunu ifade ederek, “Hayatta bana en büyük zevki verecek ve beni her zaman teselli edecek meşgalemi bulmuştum.” yazar. 


Melek’in Sanat Eğitimi 

Pek çok kaynakta Melek’in ilk resim derslerini asker ressamlardan biri olan dayısı Kâzım Bey’den aldığı, ardından İnâs Sanâyî-i Nefîse Mektebi’ne devam ettiği ve Nazmi Ziya Güran’ın öğrencisi olduğu, daha sonra da Paris’te, Académie Julian’da eğitim aldığı belirtilir. İnâs Sanâyî-i Nefîse Mektebi ve Académie Julian’ın resmi kayıtlarında ismine rastlanmasa da, bu okullara konuk öğrenci olarak devam etmiş olması muhtemeldir. 

Şükûfe Nihal’in 1948’de Kadın Gazetesi’nde yazdığı Melek Celâl biyografisinde, sanatçının “hususi olarak ciddi, sistemli bir tahsil gördüğü,” Türkçe kadar Fransızca ve Almanca da bildiği, Türkiye’de, Almanya’da ve Fransa’da resim çalıştığı belirtilir. 1964’te Münih’te açılan son sergisinin broşüründe ise “İstanbul Sanat Akademisi’nde” eğitim aldığı bilgisi bulunur. Burada bahsedilen Akademi’nin, Sanâyi-i Nefîse Mektebi’yle birleştikten sonra Güzel Sanatlar Akademisi ismini alan İnâs Sanâyî-i Nefîse Mektebi olması muhtemeldir. Melek’in, Nazmi Ziya’nın atölyesinde konuk öğrenci olduğu düşünülür. Sanatçının 1937’deki ölümünün ardından yazdığı bir yazıda, aralarındaki hoca-öğrenci ilişkisinin zaman içinde dostluğa dönüştüğü anlaşılır.

Yine Münih’teki sergisinin broşüründe, “özellikle Paris’te, Edmond Ceria, Louis Süe, André Planson ile, Académie Julian’da ve heykel alanında da Pierre Poisson ile” çalıştığı belirtilmektedir. Fakat Académie Julian kayıtlarında Melek’in ve hocaları olduğu yazılan ressam Edmond Ceria ile heykel ve madalyon alanında tanınmış Pierre-Marie Poisson’un isimlerine rastlanmaz. Melek, bu sanatçıların özel atölyelerine devam etmiş olabilir. 

Melek’in adres defterinde, Ceria (10 Rue Cassini), Poisson (18 Rue Moulin de beurre) ve Louis Süe’nün (122 Rue de Grenelle) yanı sıra Léopold Lévy’nin ressam André Derain ile paylaştığı atölyenin adresi (112 Rue d’Assas) de bulunur. Bu, Paris’te bulunduğu zamanlarda öğrenci veya ziyaretçi olarak çeşitli atölyelerde çalıştığını düşündürür. Melek’in hocalarının arasında adı geçen ressam André Planson ise, 1950’lerden itibaren Académie Julian’da hocalık yapmıştır. Bu yıllarda sık sık Paris’e giden Melek, Planson’dan özel ders almış olmalıdır. 


“Melek Melek Koca Melek” 

1930’lardan itibaren hakkında yazılanlar, Melek’in esas olarak bir portre ve natürmort ressamı olarak tanındığını ortaya koyar. Özellikle 1935’te İstanbul’daki Mısır Apartmanı’nda yakın dostu, grafiker İhap Hulûsi ile beraber açtığı kişisel sergisi vesilesiyle yayımlanan yazılarda, daha ziyade portreciliği vurgulanır. Çeşitli makalelerde portrelerinin başyapıt seviyesinde ve portre eskizlerinin büyük bir portre ressamı çizgisinde olduğu, natürmortlarının ince bir zevk ve olgun bir teknik taşıdığı, nülerinde zayıf kaldığı, boya ve desen sağlamlığı açısından övülen manzaralarının harikulade güzel kompoze edilmiş olduğu yorumları yapılır. Eskiz defterlerinde ağırlıklı olarak figür ve portreler bulunan Melek, 30 Aralık 1935 tarihli, kendisini resim yaparken betimlediği bir otoportresine “Melek Melek Koca Melek” notunu düşmüştür.
 
Çok az sayıda heykel üretmiş olmasına rağmen bazı yayınlarda heykeltıraşlığından da söz edildiği görülür. 1935’te Mısır Apartmanı’ndaki sergiyle ilgili Arkitekt dergisinde yayımlanan bir yazıda, dört adet resminin yanında iki adet büstünün de fotoğraflarına yer verilir. Polonyalı ressam Roman Bilinski’nin bronz büstü dışında, alçı veya kilden yaptığı heykellerinin akıbeti bilinmese de, heykel çalışmaları portreciliğini üç boyutlu bir mecrada da deneme isteğini göstermektedir.


“Ressam Bayan Melek Celâl” 

II. Meşrutiyet’in 1908’deki ilanından sonra giderek hareketlenen sanat ortamında Müslüman-Türk kadınlar da yer almaya başlar. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin 1916’dan itibaren düzenlediği Galatasaray Sergileri, ressamlığın bir meslek olarak kabul edilmesinin yanı sıra sanatçı kadınların görünür olmasında da önemli bir rol oynar. Melek 1917’de, “Melek Ziya” ismiyle ilk defa Galatasaray Sergisi’ne katılır. 1920’lerden itibaren de “Melek Celâl” adıyla bu sergilere katılmaya devam eder.

Hayatı boyunca yirmi yedi karma sergiye katıldığı bilinen Melek, biri Türkiye’de, diğeri Almanya’da olmak üzere iki kişisel sergi açar ve bu sergilerde yaklaşık elli portre, otuz beş natürmort, yirmi nü ve on manzara sergiler. Aralarında karakalem ve pastel çalışmalar da bulunan bu eserlerin bir kısmı etüt ya da eskiz niteliğindedir. İlk kişisel sergisini açtığı 1935’ten sonra basında adına sık sık rastlanan Melek’ten, bu dönemde genellikle “Ressam Bayan Melek Celâl” diye söz edilir.

İbrahim Çallı ve Namık İsmail tarafından resmedilen ilk nüler, 1922 Galatasaray Sergisi’nde yer almıştır. Melek’in 1924 Galatasaray Sergisi’ne dahil olan çıplak kadın figürleri ise, nü eser sergileyen ilk kadın ressam olduğuna işaret eder. 

Melek’in son sergisi 1964’te Münih’te Galerie Schumacher’de gerçekleşir.


“Çok Aziz Melek Hanımefendi”

Şair, yazar, siyasetçi ve diplomat Yahya Kemal Beyatlı, Sultan II. Abdülhamid’in otoriter rejimi sebebiyle terk ettiği İstanbul’a 1913’te dönmüş, Melek ve Celâl Bey ile işgal yıllarında tanışmıştır. Melek, Yahya Kemal ile tanışmasını, 1958’de Yeni Sabah gazetesinde yayımlanan “Yakın Dostları Yahya Kemal’i Anlatıyor” dizisinde aktarır: 

"Yahya Kemal Bey’le İstanbul’un işgal senelerinde tanışmıştım. Kemal Bey, merhum kocam Celâl Bey’in arkadaşı idi. Yeni evliydik. Bir gün Moda Burnu’nda ağacın altında kocamla beraber duruyorduk. Karşımızda İstanbul bütün haşmetiyle ve o günlerin içe hüzün veren yaralı hâliyle uzanmıştı. Yahya Kemal yanımıza geldi. Kendisini ilk defa orada gördüm."

Yahya Kemal, özellikle 1934-1935’te Moda’da komşu olmalarından sonra Melek ve Celâl Bey ile giderek yakınlaşmıştır. Şairin sıklıkla çiftin Moda’daki köşkünü ziyaret ettiği, evin bahçesinde ve Moda’nın sahilinde onlarla vakit geçirdiği anlaşılır. Klasik Türk sanatlarıyla ve mimarisiyle ilgilenen Melek İstanbul’u, özellikle Üsküdar’ı, Yahya Kemal ile gezdiğini, “Onunla sık sık Üsküdar’a giderdik. Üsküdar’ı ben Yahya Kemal Bey vasıtasıyla tanıdım ve sevdim. Her köşesini, her sokağını bilirdi.” cümleleriyle belirtir. 

Celâl Sofu’nun vefatı ve Melek’in Almanya’ya yerleşmesinden sonra, aralarındaki iletişimin Yahya Kemal’in 1958’deki ölümüne kadar sürdüğünü gösteren mektuplar bulunur. Şairin bazı mektuplarında “Çok aziz Melek Hanımefendi” diyerek “azamî tahassürle ellerinden öptüğünü” ifade ettiği Melek, kırk yıl boyunca yakın dostlarından biri olacaktır. 


Villa Wohl ve Ziyaretçileri

19. yüzyılın ikinci yarısında Kadıköy civarı ve özellikle Moda Burnu, İstanbul halkının ilgi gösterdiği bir sayfiye yeri haline gelmiştir. Kıyıdaki kasabanın çevresinde, bahçeli büyük konaklardan oluşan bir konut dokusu meydana gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan ve özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra bu konaklar yavaş yavaş el değiştirmiş, çoğu da zaman içerisinde yıkılmıştır.

Melek, 1920’lerden 1940’lara, Moda’da eşi Celâl Bey ile birlikte yaşadığı Villa Wohl’da salon kültürünü hatırlatan buluşmaların ev sahibesi olmuştur. Villa, Yahya Kemal Beyatlı, Albert-Louis Gabriel, İhap Hulusi Görey, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Fazıl Ahmet Aykaç, Nazmi Ziya Güran ve Louis Süe gibi dönemin aydınlarını buluşturan bir mekândır. Bu toplantılar, Cumhuriyet döneminin kültürel dönüşümünü kucaklamış bir çevrenin sanatla zenginleşen yaşantısını yansıtır. 1950’lerden sonra bu çevre yavaş yavaş dağılmış, bir dönem çarpıcı bir Moda köşkü olarak kartpostallara dahi basılan Villa Wohl da yıkılarak yerine bir apartman yapılmıştır. 

Günümüzde Moda’nın bu dönemdeki dokusuna dair çok az ipucu bulunmaktadır. Bu anlamda, Melek’in hayatının arka planında Türkiye’nin kültürel dönüşümünün yanı sıra, Moda ve İstanbul’un kentsel dönüşümü de önemli bir yer tutar.


Melek’in Seyahatleri 

Melek’in gençliği, Sultan II. Abdülhamid’in otoriter rejiminin son yılları ve II. Meşrutiyet’e giden sürecin kaotik gündeminde, Birinci Dünya Savaşı’nın ve Milli Mücadele’nin sıkıntılı döneminde geçmiştir. Mektuplarında tespit edilen ilk yurtdışına çıkışı, hastalığı sebebiyle Aralık 1922’de olmuştur. Tedavi görmek için önce Viyana’ya, ardından Münih’e gitmiş, 15 Eylül 1923’e kadar burada kalmıştır. 1920’lerde İtalya ve İsviçre’ye seyahat eden Melek, 1931’de uzun bir Avrupa yolculuğuna çıkmış, Atina, Napoli, Roma, Floransa, Lozan ve Paris’e gitmiştir.

İlk defa 1927’de İsviçre’ye giden Melek, uzun yıllar bu ülkeyi ziyaret etmeye devam eder. Özellikle Lozan ve Cenevre’de vakit geçiren sanatçı, resim yapmaya İsviçre’deyken de devam eder. Bu şehirlerde konferanslar vererek, Türk sanatını yabancılara tanıtma girişimlerinde bulunur. Hatıra ve mektuplarında en sevdiği ve sıklıkla seyahat ettiği Avrupa şehirlerinden bir diğeri olan Paris’in müzelerini gezmekten büyük zevk aldığını belirtir ve gördüğü sergileri anlatır. 

Hayatı boyunca Türkiye içinde ve Avrupa’da seyahat eden Melek’in arşivindeki fotoğraf ve kartpostallar, günlüğüne ve seyahat anılarına eşlik etmenin yanı sıra, ilgilendiği sanat eserlerine ve mimariye dair önemli bir birikime işaret eder. 


“Yolculuğumdan notlar”

Melek, 1931’de uzun bir Avrupa seyahatine çıkmıştır. “Yolculuğumdan notlar” başlığıyla tuttuğu Fransızca günlüğünde bu yolculukta sırasıyla Atina, Napoli, Roma, Floransa, Lozan ve Paris’e gittiğini belirtmiştir. Günlüğünde, Atina’daki Akropolis’e olan hayranlığından, antik Yunan sanatının asaletinden, Napoli’den geçtiği Capri Adası’ndan ve Pompei’nin pitoresk manzaralarından bahsetmiştir. Roma ve Floransa’ya dair yazdıkları ise, gördüğü sanat eserlerinin kendisinde yarattığı etkiyi ortaya koyar. Vatikan’da hayatında ilk defa, kime hitap ettiğini ve sebebini bilmeden dua etme ihtiyacı hissettiğini, Fra Angelico’nun şapelinde gözyaşlarını tutamadığını yazar. Sistina Şapeli’nde ise Michelangelo’nun tonozlu tavandaki resimlerinin ihtişamı altında “tam manasıyla [ezildiğini]” söyler. 

Rafael’in eserleriyle bir bağ kuramadığını belirten Melek’in, Leonardo da Vinci’den ve Floransa’dan özellikle etkilendiği anlaşılır. “Leonardo, yüce varlık, neredesin?” diye seslendiği büyük sanatçının izini sürerken dehasının Floransa’nın üzerine yayıldığını, şehrin cazibesini ve çekiciliğini de muhakkak buradan aldığını belirtir. 

Melek, seyahat günlüğünü iki haftadır Lozan’da olduğunu belirterek, “Çok şükür yarın Paris’e hareket ediyorum!” sözleriyle sonlandırır.


“Yenilik hiçbir vakit maziden habersiz olmak demek değildir.” 

Erken Cumhuriyet döneminin pek çok sanatçısı gibi Melek de eleştirmenlik ve yazarlık gibi farklı kimlikleri benimsemiş, gazete yazıları ve makalelerinde, modern bir bilinçle geleneksel sanatların, mimarinin ve şehir dokusunun korunmasına dair görüşlerini dile getirmiştir. 1936’da Tan gazetesinde İstanbul’un imarı üzerine yayımlanan ilk makalesinden sonra istikrarlı bir şekilde yazmaya devam etmiş, Üsküdar semtinin “eski İstanbul’dan bir nümûne” gibi saklanması gerektiğini savunmuş, Güzel Sanatlar Akademisi’nin Türk tezyinatı bölümünde çalışan “ak sakallı muhterem üstadların” eserlerinin belgelenmesini vazife edinmiş, geleneksel Türk halıcılığını kurtarmak gerektiğine işaret etmiş, açılan kız mektepleriyle Türk işlemeciliğinin yaşatılıyor olmasını kutlamış, Boğaz’ın bozulmakta olan doğasına iç çekmiş, Kanlıca’daki Köprülü Yalısı’nı muhafaza etmek için çağrıda bulunmuştur. 

Melek’in şehirdeki imar ve restorasyon aktivitelerine dair eleştirilerini, sıklıkla Üsküdar semti üzerinden işlediği görülür. Yahya Kemal sayesinde tanıyıp sevdiğini belirttiği semtin dokusunu yitirmesi, kendisi için büyük bir üzüntü sebebidir. 1941’de Tan gazetesinde yayımlanan “Üsküdar İmar Edilirken” yazısındaki, “Abideleri tamir ederken onları bütün hususiyetleri ile muhafaza etmeliyiz. Yoksa mâmur edelim derken güzel ve kıymettar bir semti bozmuş oluruz.” sözleri, Melek’in İstanbul’un tarihi mimarisinin korunmasına ve yapılan restorasyon çalışmalarına özen gösterilmesine verdiği önemi yansıtır. Bu açıdan hem Batılılaşmış hem de bulunduğu toprakların tarihini yaşatmaya gayret eden, “[...] yenilik hiçbir vakit maziden habersiz olmak demek değildir.” diyerek eskiyle yeniyi birleştiren ve içselleştiren, yaşadığı dönemde nesli tükenmekte olan bir kültürel çevrenin temsilcisidir. 


Melek’in Yayınları

Melek’in geleneksel Türk el sanatları ve hat sanatı üzerine yazdığı kitaplar ve bu konularda verdiği konferanslar, ressam ve heykeltıraş kimlikleri kadar etkili olmuştur. 1938’de Reisülhattatin Kâmil Akdik başlıklı ilk kitabını yayımlar. Kitap, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçişte adeta bir kültürel köprü olan, devrin en büyük hattatı ve yazı üstadı Kâmil Akdik’in hayatı ve sanatına bir bakış sunar. Hattatın en önemli eserlerinden bir seçkiyi barındıran bu çalışma, aynı zamanda yaşayan bir hat sanatçısı için yayımlanan ilk kitap olma özelliğini taşır. Kitabın girişinde ise, Kâmil Akdik’in Melek imzalı bir portresi yer almaktadır.

Melek’in ikinci kitabı Türk İşlemeleri, yıllar boyunca bu alandaki çalışmalarını, birikimlerini ve tespitlerini kayda geçirerek gelecek kuşaklara aktarma maksadıyla 1939’da yayımlanır. Bu alandaki ilk kaynak eserlerden biri olan kitapta işlemelerdeki renk, motif ve kompozisyon konuları üzerinde durulmuş, 64 fotoğrafa ve bazılarını kendisinin oluşturduğu 13 desene yer verilmiştir. 

1948’da yayımlanan, Osmanlı hat sanatının büyük ustalarından Şeyh Hamdullah’ı tanıtmak amacıyla hazırladığı üçüncü kitabında ise, bir inceleme metni ve Şeyh Hamdullah’ın eserlerinden bir seçkiye yer verilmektedir.

Melek 1959’da, Batılı okurlara Topkapı Sarayı’nı tanıtmak amacıyla Fransızca olarak kaleme aldığı Le Vieux Sérail des Sultans [Sultanların Eski Sarayı] kitabını yayımlar. Albert Gabriel’in önsözüyle başlayan kitapta, Melek’in Topkapı Sarayı’ndaki bazı mekânlara ait özgün çizimlerine de yer verilir. 

Melek’in hattat ve tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer, hattat Necmeddin Okyay ve müzehhip Bahaaddin Tokatlıoğlu’na dair kitaplar yayımlamayı planladığı bilinse de, söz konusu eserlere dair, İsmail Hakkı Altunbezer üzerine aldığı hazırlık notları dışında bir kayda rastlanmamıştır.


Melek’in Son Yılları

Melek, Celâl Bey’in 1946’daki ölümünden sonra sıklıkla Münih’e gider. Genellikle sağlık sorunları sebebiyle gerçekleştirdiği bu ziyaretlerde, tanışıklığı otuz yıl öncesine dayanan doktoru Arno Eduard Lampé ile görüşmeye başlar ve çift 30 Kasım 1956’da evlenir. 1952-1965 arasında dostu sanatçı Şükriye Dikmen’e yazdığı mektuplarda Münih’te yaşadığı yıllarda resim yapmaya çeşitli atölyelerde devam ettiğinden, eserlerinin yer aldığı sergilerden, konuşmacı olarak davet edildiği konferanslardan bahseder, gezdiği sergileri değerlendirir, sanatçılar ve yeni akımlarla ilgili fikirlerini belirtir. Sağlığı el verdiğince kültür sanat ortamından kopmamaya çalışır. Münih’in havasını soğuk ve kasvetli bulur, sıcak havaya, İstanbul’a, Moda’ya ve oradaki çevresine özlem duyar. Her İstanbul ziyaretinde memleketini hatırladığından farklı bulur, ona göre muhafaza edilmesi gereken değerlere sahip çıkılmıyor ve anlaşabileceği kişiler gitgide azalıyordur. 1964’te Münih’te ilk kişisel sergisini açar. 1965’te geçirdiği rahatsızlıktan sonra artık resim yapamadığı için, bu aynı zamanda son sergisi olur. 1974’te eşi Profesör Lampé, uzun süren hastalığının ardından da 1976’da Melek hayatını kaybeder. 

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde köklü bir ailenin kültür mirasıyla hayata başlayan Melek; ressam, heykeltıraş, yazar ve eleştirmendir. Geleneksel Türk el sanatları ve hat sanatı konusunda yazdığı yazılar, kitaplar ve bu konularda yurtiçi ve yurtdışında verdiği konferansların, sanatçı kimliğini gölgede bıraktığı bile söylenebilir. Seksen yıllık ömrünü Cumhuriyet’in ilk nesline ilham olabilecek bir şekilde geçirmiş, sağlık sorunlarına rağmen tutkuyla bağlı olduğu uğraşlarından vazgeçmemiştir.